Savaşta bile şefkat adalet ve insanlık

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    31 Eki 2025 01:37

     

    Tarih boyunca verilen savaşlara baktığımızda insanlık onur ve şerefini ayaklar altına alan çok büyük zulümlerin yapıldığını, insanların çok büyük mağduriyetlere maruz kaldığını ve büyük sefaletlere yol verildiğini görüyoruz.

    Halbuki İslâm geldiği günden itibaren, bütün bu çirkinliklerin önünü alacak şekilde çok sağlam bir savaş hukuku ortaya koymuş, insanlığın onur ve şerefini korumaya yönelik kurallar getirerek savaşlarda meydana gelebilecek maddi ve manevi sefaletleri minimum bir seviyeye indirmiştir.

    Yirmi Birinci Asırda yaşanmasına rağmen ve insan temel hakları ve hukuku alanında çok mesafeler aldığını iddia eden ve İslâm’ın bu uygulamalarından uzak olan günümüz dünyasında hâlâ savaşlarda insanlık adına çok büyük cinayetler işlenmeye devam etmektedir.

    Hele Yirminci Yüzyılda yaşanan dünya savaşları ve ayrıca birkaç asır devam eden dünyayı sömürme yarışına çıkan devletlerin bütün dünyada yol açtığı zulümlere bakılacak olsa kerim olarak yaratılan bir varlığın bu kadar canavarlaşması karşısında hüsrana kapılmamak, dehşete düşmemek mümkün değildir.

    "And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna." (95/4-6).

    Hazreti Bediüzzaman’ın “İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne (yücelerin en yücesine) çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür (küfür karanlığıyla) ile esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer.” ve “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” sözleriyle çerçevesini çizdiği gibi imandan mahrum ve maddeci dünya anlayışının esiri olan insanların insanlığın başına yol açtığı gaileler, belalar, felaketler ve musibetlerdir bunlar.

    Şimdi İslâm’da Savaş Hukukunun nasıl ele alındığına ve hususta ortaya konan hükümlere kısaca bir göz atalım…

    İslâm’da savaş veya barış yapmaya ancak devletler karar verebilirler. Onun dışındaki oluşumların veya bireylerin buna hakları yoktur:

    “Fertler, gruplar, organizasyonlar kendine göre savaş başlatamaz. Savaş kararını ancak devlet (devlet başkanı) alabilir. Savaş ilan etmek de sulh yapmak da devletin vazifeleri cümlesindendir. İsmine ne denirse denilsin, fertlerin kendine göre giriştiği silahlı mücadele veya intihar bombaları, bir çeşit şiddet ve terör eylemidir. Bunu İslâmî hükümler açısından meşru görmek mümkün değildir. Devlet, savaş kararı aldıktan sonra da savaş ahkâmına bağlı kalmak zorundadır. Savaş ilân etmek siyasi bir karar olsa da, savaşta uygulanacak kurallar, hukukî kurallardır. Hem devlet başkanını hem de askerleri bağlar. Hedefe ulaşma adına her yolu meşru gören makyavelist felsefenin İslâm’da yeri yoktur.” (Savaş zamanlarında insan hakları)

    İslâm’da savaşta bile, çocukların, yaşlıların, kadınların, ibadethanelerdeki insanların öldürülmeleri, insanlara işkence edilmesi gibi hususlar yasaklanmış, düşmana insaflı davranılması, adaletten ayrılınmaması, anlaşmalara uyulması, hayvanlara ve ağaçlara zarar verilmemesi ve hatta ölülere bile saygılı olunması emredilmiştir:

    “Bakara sûresinde yer alan, “Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın, aşırı gitmeyin. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (2/190) âyeti, savaşta mü’minlere meşru sınırları korumayı ve itidalden ayrılmamayı emreder ve her tür aşırılığı yasaklar. Peygamber Efendimiz ise savaş ahkâmına ilişkin sözleriyle ve fiilî uygulamalarıyla hangi davranışların aşırılık ve haddi aşma olduğunu beyan eder.

    Nebiyy-i Ekrem, savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatları vermiştir: “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle yapmayın (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını vs. kesmeyin), çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin.” (Ebu Davud, Cihad 82; Müsned, 1/300)

    Hz. Ebû Bekir’in ordunun başında komutan olarak Suriye’ye gönderdiği Usame b. Zeyd’e verdiği şu talimatlar da benzer hükümler ihtiva eder: “Ey Üsame! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mabetlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın.” (İbnü’l-Esir, 2/335)” (Savaş zamanlarında insan hakları)

    Hazreti Peygamber (SAV) savaşa gönderdikleri komutanlara savaş hukukunu adeta talim etmişlerdir. Sonraki Raşit halifelerde de aynı durum görülmektedir. Savaş gibi duyguların çok kabardığı, asabiyetlerin, sinirlerin gerildiği ortamlarda haktan, adaletten ve insanlıktan ayrılmamaları için çok ciddi tembihlerde bulunulmuştur.

    İslâm savaş hukukunda savaş esirlerine nasıl davranılması gerektiğini, onlara iyi muamele edilmesini, fethedilen yerlerin ve mahsullerin tahrip edilmemesi, kadınların ırz ve namuslarına dokunulmaması gibi konular da düzenlenerek kayıt altına almıştır:

    “Hatta düşman askerlerinden alınan rehinelerin ve esirlerin öldürülmesi dahi caiz görülmemiştir. Zira Kur’ân savaş esirleriyle ilgili şu emri vermiştir: “Savaş bitince onları ister lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakabilirsiniz.” (47/4) Öldürme bir tarafa Kur’ân, esirleri doyuran, onların temel ihtiyaçlarını karşılayan Müslümanlardan övgüyle bahseder. (76/8)

    Peygamber Efendimiz’in ve sahabenin esirlere iyi davrandığı, onlara yediklerinden yedirdikleri, giydiklerinden giydirdikleri, bineklerini onlarla paylaştıkları, iyilik ve ihsanda bulundukları siyer ve tarih kitaplarında kayıtlıdır. Peygamber Efendimiz’in (sav) esir düşen anne ile çocuğunun birbirinden ayrılmasını yasaklaması (Tirmizi, Siyer 17), İslâm’ın en zor şartlarda dahi insan hakları konusunda gösterdiği titizliğin güzel bir örneğidir.

    Aynı şekilde, ele geçirilen yerleşim yerlerinde toplu katliam yapmak, şehirleri yakıp yıkmak İslâm’ın yasakladığı uygulamalardır. Düşman askerlerine işkence yapılması, öldürüldükten sonra kulaklarını, burunlarını vs. kesmek suretiyle bedenlerine saygısızlık yapılması da caiz değildir. Hatta Allah Resûlü, sahabeyi, öldürülen düşman askerleri aleyhinde konuşmaktan dahi menetmiş, ölüler hakkında konuşmanın dirilere zarar verebileceği hatırlatmasını yapmıştır.

    Aynı şekilde savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılmaması, hiçbir şekilde kadınların ırz ve namusuna dokunulmaması da İslâm’ın savaş ahkamıyla ilgili vazettiği hükümlerdendir.” (Savaş zamanlarında insan hakları)

    İslâm’dan bu dersleri alan sahabe sonrası idareciler ve komutanlar da içlerinde çıkan çok az sayıdaki zalimler istisna edilecek olursa buna uygun hareket etmişlerdir. Bunlardan, düşmanından esir aldıklarını tedavi eden ve onlara çok iyi davranmasıyla meşhur olan Selahaddin Eyyübi dillere destan olmuş ve bundan dolayı günümüz Batı dünyasında bu yönüyle hâlâ takdir edilmeye devam etmektedir. Çanakkale’de yaralanan düşmanını iyileştirebilmek için çabalayan Mehmetçik’te de aynı ruhu görülmektedir.

    İnşallah sonraki yazıda konuya devam edelim…

    31 Eki 2025 01:37