Baskın kültür ortamında hizmetler

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    25 Tem 2025 12:29

     

    Bugün dünyada, Batı medeniyeti en hâkim ve baskın bir konumda ve gücü de kontrolünde bulundurduğundan dolayı, bu kültürün bugün dayattığı sistemler, ahlak yapısı, hayat tarzı, anlayışlar, düşünme biçimleri, maddi ve manevi ilimler sahasında geliştirdikleri metodolojiler ve yöntemler kabul edilerek, dünyanın geneline yayılmış ve bunların yegâne doğru oldukları iddia edilmiştir.

     

    Batı’nın ilim ve fende yakaladığı seviye ve ulaştığı maddi güce bakarak Batı’nın her şeyi ile taklit edilmesi ve onlarda olan her şeyin aynen alınması gerektiği gibi düşünceler çok popüler hale gelmiştir.

     

    Bunu gerçekleştirmek adına hem Batı tarafından hem de bu düşüncenin her ülkede bulunan temsilcileri tarafından yapılan propagandalar, algı yönetimleri ve çok etkin ve yoğun bir şekilde yapılan moda, medya, sinema gibi diğer çalışmalar sayesinde tek tip bir insan modeline belli ölçüde ulaşılabildiği söylenebilir.

     

    Halbuki, Bediüzzaman Hazretleri çok önceden bu konuda önemli tespitler ve uyarılarda bulunmuşlardır. Batı’nın ilim, fen ve teknik gibi yönlerinden istifade edilmesi ve ama onun dışında dayattığı kendi kültürü, ahlak yapısı ve onun teklif ettiği ve insanı manen ve ahlaken alçaltan ve ahlaksızlık ve edepsizliği ve insanı her türlü maddi ve nefsani haz ve arzularını tatmin etmeyi teşvik eden yönünden uzak durulması gerektiğini söylemişlerdir.

     

    Hazreti Üstad, Avrupa fen ve medeniyetinden Eski Said’in bile etkilendiğini, düşünce ve kalp dünyasında yaptığı yolculukta bunun yol açtığı kalbi hastalıkların bazı problemlere yol açtığını ve felsefenin faydasız kısmından ve ahlaksızlığı ve edepsizliği de teşvik eden medeniyetten kurtulmak istediğinde, nefsani arzu isteklerin Avrupa lehine itiraz ettiğini belirtirler:

     

    “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye (toplum hayatı) nâfi (faydalı) san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin (manayı kabul etmeyen maddeci) zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını (kötülüğünü) mehâsin (iyilik) zannederek beşeri sefâhete (ahlaksızlık ve edepsizliğe) ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

     

    O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan (faydalı fenler) başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

     

    Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm (sağlıksız, haksız) ve dalâletli (yoldan çıkmış, sapkın) bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır (zararlı) bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerin saadeti bu ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!” (Onyedinci Lem’a)

     

    İşte bu ikinci Avrupa’nın dayattığı ve modernite denilen hayat tarzı ve düşünce sistemi, bu asırdaki herkesi ve her toplumu derinden etkilemiş ve Müslümanlar da ve hatta Müslüman ilim adamları da bundan kurtulamamışlardır. Çok büyük çapta gerçekleşen bu tahribatın tamiri ise çok kolay değildir ve uzun zaman gerektirmektedir:

     

    Modernitenin herkes üzerinde çok ciddi bir tesiri oldu. Müslümanlar da bu tesirden kurtulamadılar. İlahiyatçıların dini anlama ve yorumlama tarzlarında bile bu etkiyi görmek mümkündür. Neticede ciddi bir başkalaşma yaşandı. Kendi değerlerimizden uzaklaştık.

     

    Yeniden bir kere daha usulünden füruuna kadar kendi değerlerimize döner miyiz, dönemez miyiz; bir kere daha dini, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine (gerçeğine) uygun bir şekle irca mümkün olur mu olmaz mı bilemiyorum.

     

    Fakat şunu söyleyebiliriz: Tahribat çok büyük olduğu için, dağılan ve bozulan parçaları derleyip toparlama ve bunları yeniden hüviyet-i asliyesine döndürme çok uzun zaman alacak bir restorasyona bağlıdır. Belki de bu iş bir nesle müyesser olmayabilir. Çünkü zamanın, konjonktürün önemli girdileri ve müdahaleleri söz konusudur. Herkes kendi ses ve soluğunu işin içine katıyor. Küreselleşen bir dünyada, meydana gelen bu koro içerisinde kendi nağmemizi, kendi sesimizi bulabilmek hiç de kolay değil. Bu tür gelişmeler zamana vabestedir.

     

    Bu büyük ıslah ve tamir işine talip olan insanların öncelikle problemin farkına varmaları ve içinde bulundukları zamanın gerektirdiği metot ve yöntemlerle bu ıslah işini yapmalıdırlar.

     

    Islah kahramanları öncelikle İslâm’ın cazip yönlerini takdim etmeli ve insanları kaçırmamak için kolaylaştırıp zorlaştırmama prensibine uygun hareket etmelidirler. Allah Rasulü’nün talim buyurdukları gibi, hak ve hakikati yeni insanlara duyururken kolaylaştırıcı ve müjdeleyici bir üslup kullanılmalıdır:

     

    “Onlar öncelikle İslâm’ı, imrendirici ve özendirici yüzüyle kâmil bir şekilde temsil etmelidirler. Sonrasında da hiç kimseyi zorlamadan, kolaylık üzerine müesses olan dini zorlaştırmadan, insanları kaçırmadan, usulü detaya ait meselelere feda etmeden hak ve hakikati muhtaç sinelere duyurmalıdırlar.

     

    Başta ailevî hayatımızdan başlamak üzere hem ülke çapında hem de insanlık âleminde öncelikle zaruriyyat (vazgeçilmez temel hak ve değerleri) ve haciyyat (ferdî ve içtimaî hayatın düzenli biçimde yürümesini sağlayan, karşılanmaması zorluk, huzursuzluk ve sıkıntıya sebebiyet veren ihtiyaçlar) denilen temel meseleler üzerinde durulmalı, detayın kavgası verilmemelidir.

     

    Asıl itibarıyla bir Müslümana düşen, dine ait bütün meseleleri sünnetinden adabına varıncaya kadar kemal-i hassasiyetle yaşamaktır. Fakat bunları başkalarına arz ederken Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavsiyelerine uygun olarak kolaylaştırıcı ve müjdeleyici bir üslupla arz etmeliyiz. Usulde asla kusur etmemeli, teferruata ait meselelerde de çok tutucu olmamalıyız. Bu tür şeylere takılarak insanları dinden soğutmamalı, etrafımızdan kaçırmamalı; bilakis hep imrendirici ve cezbedici olmalıyız.” (Islah Kahramanlarına Düşen Sorumluluklar)

     

    Dinin usulünden hiçbir fedakarlıkta bulunulmamalı ama dinde detay ve teferruat kategorisi içerisinde yer alan hususların kavgası verilerek insanlar dinden soğutup kaçırılmamalıdır.

     

    Mü’min her şeyiyle bir cazibe merkezi olmalı ve yaşantısı ve temsili ile insanları kendine çekmeli ve onlarda mü’mindeki güzelliklerin kaynağını öğrenme merakı uyandırmalıdır:

     

    “Kara delik tabirini Müslümanlar için kullanmak hoşuma gitmese de diyebiliriz ki, Müslümanlar, kara delikler gibi bir çekim gücüne sahip olmalıdırlar. Bilindiği üzere kara delikler, yakınlarındaki her şeyi kendilerine çekerler. İşte bir mü’min, fikriyle, düşünce dünyasıyla, muhakemesiyle, mantığıyla, temsildeki parlaklığıyla, hiçbir zaman solmamasıyla böyle bir çekim gücüne sahip olmalıdır. Kendisini görenler, “Vallahi bu insanın çehresinde yalan yok!” demelidirler.

     

    Değişik vesilelerle Üstat Necip Fazıl’ın bir sözünü arz etmiştim. O, mü’minin, sıkıştırılmış bir şeker hapı gibi olması gerektiğini söylerdi. Denizlere, okyanuslara dahi bıraksanız onları şerbete çevirecek bir şeker hapı. Meseleyi Hz. Pir’in sözüyle de irtibatlandırabiliriz. O, “Benim bir yerde bir talebem varsa, orayı kendi hesabıma fethedilmiş bilirim.” diyor. Bu ne âli himmettir! O, hayatı boyunca bu sözüne mutabık hareket etmiştir. Sürekli ümitsizliğin, kemale yürüme yolunda bir mâni olduğunu haykırmış ve insanların böyle bir bataklığa düşmemeleri için çırpınıp durmuştur.” (Islah Kahramanlarına Düşen Sorumluluklar)

     

    İnşallah sonraki yazıda devam edelim…

    25 Tem 2025 12:29