Kırmızı Işık

  • Hüseyin Odabaşı
  • Hüseyin Odabaşı
    09 Haz 2025 01:12


    Tarihte uzun müddet geçerli olan fıkha dayanan kurallarla günümüzün medeni hukukuna dayanan kanunları arasında ne gibi bir farklar ve alaka vardır? Her ikisi de insanların arasındaki problemlerin çözümünü temin için değil midir?  Özellikle bir parça frengi okuyanlar biri filden diğeri fareden olmak üzere aldıkları kılların eşitliği, denkliği ve dahi benzerliği karşısında bu kılların ait oldukları mahluklar da eşittir, aynıdır demeye getiriyorlar. Yani ha fıkıh ha medeni hukuk ne farkı var?

    Daha da açacak olursak, misalen günümüzün hukukunun trafik kaidelerini tanzimi ile İslam hukuku ile trafik kaidelerinin tanzimi arasında nasıl bir fark olabilirdi? İkisi de kırmızı ışıkta geçilmesine ceza yazardı. O zaman trafik kaideleri aynı olan hukukun bağlı bulunduğu kaynağı da aslında aynıdır, benzerdir diyebilir miyiz? Bu bakımdan ha İslam hukuku olmuş ha medeni hukuk olmuş fark etmez!

    Evet, bir parça hukuk okuyan veya Avrupa yaşamının cazibesi ile karşılaşanlar, ‘Bizim fıkıh dünyamızda öyle çok bir maharet, ulvilik hatta ruhanilik yoktur kardeşim’ deyip iddia edebiliyorlar. Şimdi şeriat geçerli olsaydı kırmızı ışıkta geçmek yasak olmakla kalmayıp aynı zamanda “günah” da mı olacaktı? Yeşil ışıkta geçen araba sahiplerinin amel defterleri sevaplarla mı dolacaktı? 

    Veya koronada aşı olmamak bulaşıcı hastalığın ziyadeleşmesine sebep olduğundan günah-ı kebair midir yani.  Kuran’daki bir başkasını malını çaldığı için el kesme kuralına manevi bir hüviyet yükleyebilir miyiz? Sorular sorular, sorular...

    Tüm bu çabaların ardında dine sınır koyma veya dinin sınırını anlama düşüncesi veya anlayışı yatar. Şuraya kadar dinidir, şundan öte dinin sahasını içine girmez, profan bir sahaya girmiş oluruz.  Maneviyatla ilgili alan vardır ilgili olmayan alan vardır. İman ve ibadetler dinidir, o alana dahildir. Fakat trafik kuralları, hırsızlara verilen ceza dinin alanına girmez. Evde babanın veya okulda müdürün yahut mahallede valinin kuralları dini ilgilendirmez. Yani yönetim tamamen profandır, manevi ruhani değildir. Aslında bu konu yüzyıllar boyunca Avrupalıların zihnini meşgul etti. Günümüzün Müslümanlarını da duâl yaşama itti. Hatta öyle ki günümüzün seküler Müslümanı “Bu ibadetim, bu da dinim” diyerek iki farklı karakter ve ahlaka göre yaşam sergiler hale geldi.

    Şimdi Allah’ın kanunları mecmuası olan Kuran’a göre böyle bir ayrım yapmamız mümkün müdür? Çünkü fıkhın temeli kim ne derse desin Kuranı Kerim’dir. Buna bir bakalım. Bana ibadet edin de gerisine ben karışmam diyor mu Allah mesela. Allah’ın kitabı olan Kuran ı Kerim, yaşamımızda bize profan bir alan bırakıyor mu?

    “Şüphesiz Allah göklerin, yerin görünmeyenini ve bilinmeyenlerini bilendir. O elbette, kalplerde olanı da çok iyi bilir. (Fatır, 38)

    “Gaibin anahtarları, onun yanındadır, onları ancak o bilir; karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunamaz ki apaçık kitapta tespit edilmemiş olsun. (Enam, 59)

    O (c.c) kalplerimizden geçenlerle ilgilenir de de davranışlarımızla ilgilenmez mi?

    Tevbe: 105)

     

    Kalpleri ve bütün semada olup biteni yaprakların sallanmasına kadar bilen Rabbimizin hükmü de bu kadar geniş midir? Yani bütün kâinatta veya İnsanların işlerinde işlerini gördüğü, anlaştığı veya kullandığı bazı ortakları var mıdır? Yani ilminin kuşattığı gibi hükmü de her şeyi kapsar mı? Hükmünün sınırları da ilmi gibi geniş midir?

    “De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.” (Al i İmran, 26)

     

    “Her şeye kadirsin” demek her şeye hükmün geçer anlamına gelir.  O zaman Allah’ın hükmü yeryüzünde veya bizim yaşamımızda hükmü nasıl geçiyor?

     

    Allah’ın bizim yaşamımızdaki hükümleri yeryüzünde bir taraftan cebri yani fiziki kanunlara dayanır, diğer taraftan da Kuran’dan kaynaklanan teşri kanunlara dayanır. Kâinatın yasasında Allah’ın kanunları cebridir, bizim yaşamımızdaki Kuran’a dayalı şeri kanunlar, imtihan sırrından dolayı irademize bırakılmıştır. Fakat ister şeri olsun isterse kainata (fıtrata) konulmuş yasalar hepsi Allah’â aittir.

     

    Kuran 1400 sene önce tamamlandığına göre yaşamımızla ilgili Kuran’a dayalı şeri hükümlerin hayatımızı kuşatması nasıldır, hangi usul iledir?

     

    İşte hayatımızı tanzim eden irademize dayalı hükümler manzumesinin oluşturulması sürecine fıkıh diyoruz. Kuran’a dayalı fıkhın alanına giren bu kanunlara uymak imtihan sırrından dolayı ifade ettiğimiz gibi irademize bağlıdır, cebri ve zorunlu değildir.    

     

    Usul u Fıkıh

     

    Diğer taraftan fıkhın çalışma sistemi (usul u fıkıh), beşeri olarak ‘göreceğimiz hükümlerini de direkt olmasa da dolayısıyla lahuti ve ilahi yapar. Karşılaştığımız sorunların çözümü fıkha göre ilk önce Kuran esas alınır. Kuran’da bir çözüm yoksa hadislere bakılır. Orada da yoksa ulemanın önceki istimbatlarına bakılır. Aradığımız çözüm orada da yoksa örfe göre karar verilir. Orada yoksa müçtehit içtihad eder. Klasik yöntem böyledir. Fakat bu yöntem Kuran’a ve hadise uygundur dahası  Kuran’ın tavsiyesi ile belirlenmiştir. (İlgili ayetlere bakılabilir)

    Beşer de olsa fakihin çıkardığı hükümler, takip ettiği metot ve usul sebebiyle Kuran ve sünnetle irtibatlıdır. Dolayısıyla manevi ve lahutidir. Bu usulle verilen hükümlere, fetvalara bir Şafinin veya Hambeli’nin indi kararları nazarıyla bakamayız. Fıkıh usulü ile ilgili kaynaklar:

     

    “Halbuki o haberi, peygambere ve mü'minler arasından kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara veya ilim sahibi kimselere arz etmiş olsalardı, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onunla ilgili ne yapılması gerektiğini bilirlerdi.”  (Nisa, 83).

    Peygamberimiz (sav) Yemen’e vali olarak hem kadı hem zekatların deruhtesi için gönderdiği devesindeki Muaz bin Cebel’e dedi ki:

    dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz,

    dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer,

    dedi.

    Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniyetini şöyle ifade etti:

    Tabakât, 3:584; Müsned, 5:230; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:199.)

    İşte bir müçtehidin Kuran ve sünnetin salıkladığı bu sıralamayı takip ederek   hüküm vermesi beşeri, profan gibi gözüken konuları da lahuti yapar, manevi boyut ekler.

     

     

    Fıkıh ve İhsan

     

    Fıkıh görünür kurallarla ilgilenir, zahiri hükümleri tanzim eder. Bu kuralları bütünleyen fakat zahire taşmadığından görünmeyen bir de içimize, ruhumuza hükmeden kurallar, prensipler ve düsturlar vardır. Bu ihsan ve ihlas ve takva ile alakalıdır. İçimize yani ruhumuza hükmedip ahlakımızı şekillendiren düsturlar, zahirimizi şekillendiren ve alanı daha çok yaşam alanı olan fıkhî kurallarla uyum içindedir. Biz buna iç dış bütünlüğü diyoruz.

     

    İhlas, ihsan daha çok kişi ile Rabbi arasındadır. “Her halimi Allah görüyor ya” mülahazasına dayanır. Fakat fıkhi hükümler Allah’a dayansa da kişi ile insanlar arasında cereyan eder. Ancak bir müminde fıkhı kurallara uymak veya uymamanın içe, ruha yani Allah inancına etkileri ve tesirleri de mevcuttur. Bu konunun birbiriyle aynı gibi görülse de birbirinden farklı olarak değerlendirilmesi gerekir. Fıkıh içe, ruha kalbe bakarak hüküm vermediğinden dolayı bazı aşkın Allah dostları, zahirde sıkıntı olan sözlerinden dolayı İslam hukukuna-fıkhına göre ağır cezalara çarptırıldılar. Fakat ağır cezalara çarptırılan Hallacı Mansur gibi kimseler ise tamamen ruha, ahlaka ihsana ve takvayı esas alarak bir yaşam teşkil etmekte olan zaviye ehline göre de kahramandılar, büyük insandılar. Bediüzzaman Hazretleri kendisine yapılan baskı ve zülumler karşısında “Hukuk ele bakar kalbe bakmaz” diyerek tepki göstermiştir.  İslam fıkhında da bu husus “nahnu nahkumu bizzahir” denilerek bir temele oturtuldu. 

     

    Evet fıkhın-hukukun zahiri- görünür kuralları ile hakime karşı sorumluyken o aynı kanunun ihsana dayana tarafı sebebiyle Allah’a karşı sorumlu oluruz. Bu durum da kanun ve kuralların bizim tarafımızdan benimsenmesini, içselleştirmemizi temin eder. Kanunu vazeden ve uygulayanlar açısından “sevap kazanma” daha çok ihsan ve ihlas ve niyet boyutunda cereyan eder. Kuralların içimize bakan kısmı itibarıyla soyut olduğundan dolayı görünmeyen ihsan, ihlas ve niyet boyutunda cereyan eden duygularımızı da ancak Allah görür ve bilebilir. Cezasını da mükafatını da ancak O takdir eder. Yani trafik kurallarına kulların hangi niyetle uydukları veya ihlal ettiklerinin cezası-mükafatı Allah’a aittir. Bu kısım beşer hukukunu aşar. Hukukun eli ta kalbin derinliklerindeki ihsan ve takva noktalarına kadar uzanamaz.

    Hayırlı İnsan

    “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Nisa, 43) Eğer siz bu ayetin tavsiyesine uyarak bilmediğiniz veya çözemediğiniz konuları ehlinden yardım alarak çözme yoluna giderseniz Allah’a itaat etmiş olursunuz, bu trafik kurallarını temin ve tesis etmek gibi bir konu olsa bile.

    Diğer taraftan insanların menfaatini temin etmek menfaatçilikle karıştırılmamalıdır. “Hayrunnas men yenfeunnas” denir hadislerde. Yani “Sizin en hayırlınız, insanlara menfaati en çok olanınızdır.” Halbuki fıkhın temelinde “menfaati celbetme ve insanları zarardan koruma” temel mantığı vardır. Bu zaviyeden baktığınızda yoldan geçenlere zarar vermesin diye bir taşı kaldırıp kenara bırakmak insanların menfaati ve sizin açınızdan da hayırlı bir davranıştır. Hatta bir hadisi şerife göre imanın cüzlerindendir.

    Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurdu:

    “Ümmetimin iyi-kötü bütün amelleri bana gösterildi. İyi işlerinin içinde, gelip geçenlere eziyet veren şeylerin yollardan kaldırılmasını da buldum. Kötü amelleri arasında da mescidde temizlenmeden bırakılmış balgamı gördüm.”  (Müslim, Mesâcid 57. Ayrıca bk. İbni Mâce, Edeb 7).

    Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurdu:

    “İman yetmiş (veya altmış) küsur özelliktir (şu’bedir). En yükseği, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek; en aşağısı ise eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” (Müslim, Îmân 58. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 3; Ebû Dâvûd, Sünnet 14; Nesâî, Îmân 16; Tirmizî, Birr 80; Îmân 16; İbni Mâce, Mukaddime 9).

     

    Şimdi bir taşı kaldırıp kenara bırakmak imanın cüzüyse ve hayırlı bir davranışsa, insanlara ait mal ve canına zararını men edici trafik kurallarını tesis etmek, riayet etmek insanların faydasına olduğundan hayırlı bir davranıştır. Bu kuralı getirenler diyelim ki bu işi hayır niyeti ile getirmemiş olsalar da riayet edenlerin amaç, maksat ve niyeti önemlidir. 

    Niyet Nazar

    “Ameller niyetlere göredir.-İnnemal amalu binniyad” Yani ameller ve davranışlar niyetlerine göre farklılık gösterirler. Alimlerimiz demişlerdir ki Buhari’nin ilk hadisi olan bu niyet hadisi en az yetmiş meseleyi çözüme kavuşturur. (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1)

    Niyet meselesine Hazreti Bediüzzaman nazar, manayı harfi, manayı ismi şeklinde açılım getirdi. Bediüzzaman’a göre “niyet eşyayı tağyir eder” evet niyet, “adetleri ibadete çevirerek” insanın hayatındaki profan alanı daraltarak dini bir alana çevirir. Su içmek tamamen dünyevi bir fiildir. Fakat “besmele çekerek” içersen bu eylemi ahirette karşılığı olacak bir mahiyete büründürmüş olursun.

    Tabi ki hukukun veya fıkhın zahiri kanunlarına riayet edip sevap kazanmak ve mücazat tamamen müminler için geçerlidir. Yani iman şartı vardır. Gayr-i Müslimler ahirete inanmadıklarından ve yaptıkları iyilikler karşısında böyle bir istekleri zaten olmadığından dolayı dünyada da ahirette de iyiliklerinden dolayı ya az veya hiç mükafat göremeyebilirler. 

    Sedd-i Zerai

    Velhasıl, trafik kurallarına uymanın sevap değeri, zarar vermekten uzak durmak anlamına geldiğinden niyetimizin derecesine göredir. Fakat Allah’ın kainatta yarattığı  kuralları tespitle meydana gelen trafik kaidelerine uymamanın sedd-i zerai açısından bir mesuliyeti ve günahı da olabilir. Çünkü her trafik kuralını ihlal insanı, mallara ve insanlara zarar verme ihtimaline yaklaştırdığından dolayı günahtır, bühtandır.  Çünkü Kuran’da sadece zina yasaklanmaz. “Zinaya da yaklaşmayın” (İsra, 32) da denir. Mesela “harama bakış” zinaya yaklaşmaktır ve günahtır. (Nur, 30) Trafik kurallarını ihlal ederek kaza yapıp insanların ölmesine veya arabasının zarar görmesine sebep olmak kesin günahtır. Ve kuralları ihlal ederek bu “cinayet günahına” yaklaşmak da günahtır.


    09 Haz 2025 01:12