Devlet Murat Arslan'dan ne istiyor?

Devlet Murat Arslan'dan ne istiyor?
Yarsav'ın son başkanı Murat Arslan cezaevinde10 yılını doldurdu. Oğlu Amerika'da geçirdiği bir trafik kazası sonrasında komada. Başında olması gerekene babası başka bir kıtada cezaevinde. Neden bırakılmıyor. Burada durup bir soru yöneltmek gerekiyor. Peki yasal bir yargı örgütünün son başkanı Murat Arslan'dan devlet ne istiyor?


Sorunun yanıtını yeniarayış.com'daki köşesinden yazar Günal Kurşun bulmak için bir yazı kaleme aldı. 

işte yazının tamamı;

San Francisco’da bir yoğun bakım odasında genç bir delikanlı hayata tutunmaya çalışıyor. Adı Yiğit. Amerika’da bilgisayar mühendisliği okuyan, 20 yaşında pırıl pırıl bir öğrenci. Bir motosiklet kazasından sonra makinelere bağlı, ailesinin dualarına emanet. Oysa o odada bugün bulunması gereken bir başka kişi daha var: Babası. Türkiye’de, Sincan Cezaevi’nde dokuzuncu yılını dolduran bir hâkim: YARSAV’ın son başkanı, Vaclav Havel İnsan Hakları Ödülü sahibi Murat Arslan. 

İki kıta, on binlerce kilometre ve araya örülmüş kalın bir duvar;Devletin, bir hâkimle inatlaşmasının duvarı. Soruyu sormanın vakti çoktan geldi: Devlet Murat Arslan’dan ne istiyor?

Bir hâkimi susturmak için kaç yıl yeter?

Murat Arslan, yıllarca Anayasa Mahkemesi raportörü olarak çalışmış, ardından Türkiye’deki bağımsız hâkim-savcı örgütü YARSAV’ın başkanlığını yapmış bir hukukçu. YARSAV, darbe girişiminden sonra çıkarılan bir KHK ile kapatıldı; binlerce hâkim ve savcıyla birlikte Murat Arslan da 2016 Ekim’inde gözaltına alındı ve tutuklandı. Bugün hâlâ Sincan’da. Hakkındaki hüküm, “FETÖ/PDY silahlı terör örgütü yöneticiği”. Yerli ve yabancı birçok hukuk örgütü, bu davanın delil yapısından yargılama usulüne kadar, siyasi nitelik taşıdığını, mahkûmiyetin ağır ve temelsiz olduğunu defalarca dile getirdi. Türkiye Yargıçlar ve Savcılar Derneği YARSAV’ın kapatılması ve başkanının terör suçlamasıyla cezalandırılması, Avrupa’daki meslektaş örgütleri tarafından da yargı bağımsızlığına yönelmiş sembolik bir saldırı olarak tarif edildi. Medel (Demokrasi ve Özgürlükler için Avrupalı Hakimler)’den Judges for Judges (Hakimler için Hakimler)’a kadar Avrupa’da ne kadar hukuk örgütü varsa, yaptıkları açıklamalarda aynı şeyi tekrarladılar.

Arslan’a verilen ceza on yılı aşkın; Yargıtay da bu kararı onadı. Yani devlet, formel olarak ne istediğini söylüyor: “Seni toplumdan on yıldan fazla süreyle yalıtmak istiyorum.” Ama gerçekte ne istiyor? Yalnızca bir insanı, bir hâkimi mi cezalandırıyor; yoksa bir kurumu, bir zihniyeti, bir ihtimali mi?

YARSAV’ın “suçu”: Bağımsız yargı ihtimali

YARSAV, Türkiye’de yargının yürütmeden bağımsızlığı için sözünü esirgemeyen, liyakati, hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını savunan bir meslek örgütüydü. Uluslararası yargıç örgütlerine üyeydi, Avrupa’da muhatapları vardı, kısacası “dünyaya kapalı” bir yargı yerine, evrensel standartlarla konuşan bir yargıyı savunuyordu. 

Tam da bu yüzden, 15 Temmuz sonrası büyük tasfiyede sembolik hedef hâline geldi. On binlerce kamu görevlisi, beşbinden fazla hâkim ve savcı mesleğinden edildi; binlercesi tutuklandı. YARSAV ise bir KHK ile tabeladan silindi. Devlet, böylece bir mesaj verdi: “Yargı içinde bağımsız bir örgütlülük kurarsan, yalnızca kariyerini değil, özgürlüğünü de kaybedersin.”

Murat Arslan’ın kişisel hikâyesi, bu mesajın en sert ve en görünür örneği hâline getirildi. Boşuna değil, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi ona 2017’de Vaclav Havel İnsan Hakları Ödülü’nü verirken, gerekçede Arslan’ın “hukukun üstünlüğü ve insan hakları için verdiği mücadele” vurgulandı. Dolayısıyla Devlet’in Murat’tan “istediği” şeyin ilk maddesini herhalde şöyleyazabiliriz: Bağımsız yargı ihtimalinin gözünü korkutmak.

İkinci istek: Korkunun kurumsallaşması

Bugün Türkiye’de bir hâkim kürsüsünde oturup, önüne gelen bir ifade özgürlüğü davasında, bir hak savunucusunun yargılandığı dosyada ya da bir siyasi davada, “Ben bu kararı gerçekten hukuka göre mi veriyorum, yoksa başıma bir şey gelir mi?” diye düşünmeden hüküm kurabilmek kaç kişiye nasip oluyor?

Binlerce hâkim ve savcı, hiçbir bireysel delile dayanmadan, yalnızca listelerde adları geçtiği için mesleklerinden edildi; bazıları tutuklandı, bazıları ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böyle bir ortamda Murat Arslan gibi isimlerin içerde tutulması, yalnızca onların değil, içeride kalanların da zihninde sürekli çalan bir alarm gibi çalışıyor. Murat’ın cezaevinde hakkı olmasına rağmen ne şartlı tahliyeden ne de denetimli serbestlikten yararlandırılmadan hala tutulu bulundurulması, yalnızca Murat’a değil, kürsüde görev yapan hakim-savcılara da açık bir mesaj niteliğinde. İşte Devlet’in ikinci “isteği” burada ortaya çıkıyor: Korkuyu bireysel değil, kurumsal bir refleks hâline getirmek.

Yargı mensupları, temel hakları korumak için değil, başlarına gelecekleri hesaplamak için içgüdü geliştiriyor. Bu da hukukun ruhunu bozuyor. Kanun metinleri aynı kalsa bile, uygulamanın omurgası kırılıyor. Çünkü aslında herkes, Murat Arslan’ın hücresine atılan bakışlarla karar veriyor.

Üçüncü istek: Unutma ve sessizlik

Peki, bu kadar uluslararası tepkiye, verilen insan hakları ödüllerine, yazılan raporlara rağmen neden hâlâ içeride? Burada da Devlet’in üçüncü isteği devreye giriyor: Murat Arslan’ın unutulması.

Uzun tutukluluk ve uzun cezalar, yalnızca fiziki özgürlüğü değil, hafızayı da hedef alır. İnsanlar ilk yıllarda konuşur, kampanyalar düzenler, yazılar yazar. Zaman geçtikçe gündem değişir, yeni krizler doğar, yeni isimler hapse girer. Eski dosyalar “kader mahkûmu” muamelesine mahkûm edilir.

Oysa Murat Arslan dosyası, bireysel bir kader değil, Türkiye’de yargının ne hâle getirildiğinin röntgen filmidir. Bu film yırtılıp atılmak istendiği için Murat içeridedir.

İşte bu yüzden, bugün San Francisco’daki yoğun bakım odasında baygın yatan Yiğit’in yanında olamayan bir babanın hikâyesi, yalnızca bir aile dramı değildir. Bu, devletin “sessizleştirme stratejisinin” insanî maliyetidir.

Bir babanın yokluğu: Ceza politikasının aynası

Hiçbir ceza hukuku sistemi, adalet iddiasını yalnızca “fail–fiil” üzerinden kurmaz; cezalandırmanın insanî sonuçlarını da en azından tartışır. Ağır hastalığı olan yakınını görmek için cezaevinden izin alan hükümlüler, dünyanın birçok hukuk düzeninde istisnai de olsa mümkün. Çünkü orada devlet, “Her şeye rağmen insan kalmalıyım,” der.

Türkiye’de ise tam tersine, insanî olan, siyasî olana feda ediliyor. Murat Arslan’a yönelik muamelenin sertliği, oğlunun geçirdiği kazaya rağmen hâlâ telafi edici hiçbir adım atılmaması, cezanın “amaç” olmaktan çıkıp intikama dönüşmesinin işaretidir. Oysa devletin ceza hukuku, intikam için değil, adalet için vardır. Adalet ise kişiselleştirilmiş kin üzerinden değil, evrensel ilkeler üzerinden yürür: Masumiyet karinesi, kanunilik, orantılılık, bağımsız ve tarafsız mahkeme gibi ilkeler…

Murat Arslan davasında, bu ilkelerin tek tek nasıl ihlal edildiğini, uluslararası hukuk örgütlerinin raporları uzun uzun anlattı. Buna rağmen dosya, “terör” etiketiyle paketlenip rafa kaldırıldı. Şimdi, aynı etiket, bir babayı oğlunun yoğun bakım kapısına kadar götürebilecek en temel insanî jesti bile “risk” saydırıyor.

Asıl soru: Devlet bizden ne istiyor?

“Devlet Murat Arslan’dan ne istiyor?” sorusu, aslında bir başka soruya bağlanıyor: Devlet bizden ne istiyor?

Şunu mu istiyor: “Yargı bağımsızlığından söz etmeyin, hâkim–savcı örgütlenmesini aklınızdan bile geçirmeyin, uluslararası hukuk diyerek ağzınızı açmayın?”

Yoksa şunu mu: “Haksızlıkları görseniz bile, konuşmayın, yazmayın, unutun; unutamıyorsanız da susun?”

Eğer cevap buysa, bu yalnızca Murat Arslan’ın değil, bu ülkenin tüm yurttaşlarının meselesidir. Çünkü hukuk, bir gün hepimize lazım olacak. Bugün Sincan’da bir hâkimin, yarın başka bir cezaevinde bir gazetecinin, siyasetçinin, öbür gün herhangi bir vatandaşın başına gelen haksızlık, aynı yargı politikalarının ürünüdür.

Bir çağrı: Devletin asıl gücü intikamda değil, adalette

San Francisco’daki hastane odasından yükselen sessizlik ile Sincan’daki koğuşun sessizliği, aslında aynı soruyu, “Bu kadarına gerçekten gerek var mı?” sorusunu fısıldamakta… Devletin gücü, bir hâkimi yıllarca hapiste tutabilmesinde değil, eleştiriye, bağımsız yargıya, örgütlü meslek dayanışmasına tahammül edebilmesinde ölçülür. Murat Arslan dosyası, Türkiye’nin bu sınavdan şimdilik sınıfta kaldığını gösteriyor, ama sınav bitmiş değil.

Devletten beklenen, Murat Arslan’dan “itaat, korku, suskunluk” çıkarmak değil; adaletle yüzleşmesidir. Bu yüzleşme, hem yargı bağımsızlığının asgari koşulu, hem de bugün dünyanın başka bir ucunda yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide duran bir çocuğun, babasının elini tutma hakkıdır.

Belki de en doğrusu, soruyu bir kez daha, bu kez daha genel bir yerden sormaktır: Devlet, vatandaşlarından ne istiyor: Korkan tebaa mı, hakkını arayan yurttaş mı?

Murat Arslan dosyası, bu soruya verilen cevabın aynasıdır. O ayna kırılmadan, ne yargı bağımsızlığından ciddi biçimde söz edebiliriz, ne de adalet duygusunu gerçekten onarabileceğiz.

04 Aralık 2025 20:30
DİĞER HABERLER